Günün akşamla kucaklaşmaya hazırlandığı bir ikindi vakti gelen telefonla sarsıldım. Telefondaki ses babamın rahatsızlandığını, ambulansla Ankara’ ya götürüldüğünü söylüyordu.
Gurbette yaşayanların çoğunun yaşadığı bir trajedidir bu. Aniden bir telefon gelir ve mesafelere lanet okutur. Birden bire kanat takmak istersiniz. Kuş olup uçmak, mümkünse ışınlanmak ama bir an önce orada, sevdiğinizin yanıbaşında olmak istersiniz. Karşı konulmaz vuslat arzunuzun şevke getirdiği mücadele çoşkusuyla tüm engellere meydan okurken, Türk Hava Yolları’nın attığı o iblisce kahkaha elinizden çekicinizi düşürüverir. Ilk uçak ertesi gün öğlen üzeri kalkacaktır. Inanmak istemezsiniz. Çoğu zaman çok çabuk geçtiğinden şikayet ettiğiniz ‚zaman’ denen kaypak mefhum sanki taş kesilir, bir türlü hareket etmez. Gece boyu nereden geldiği bilinmeyen bir rüzgar şuurunuzu dalgalandırıp durur. Şimdi ne durumda, nasıl olduğunun merakı içinde resimlerine bakarak avunmaya çalıştığınız insanla sarmaş dolaş, dua ve ibadetle doldurduğunuz geceyi sabaha erdirmek için çırpınır, bir tarafdan da derinlerden karaya vuran cevabı meçhul sorularla mücadeleye tutuşursunuz. Sorularla dolu bir kafa tası ve ipliği kopmuş tesbih taneleri gibi her biri bir tarafa dağılıveren düşünceler…
Ya ona birşey olursa! Ya onu son bir kere daha göremeden kaybedersem! Kahretsin!
Ben o geceyi sabaha erdirmeyi başardım ve Babama kavuşmayı da, çok şükür. Ve cok şükür ki, Allah onu bize bağışladı ve tabi ağlayarak gittiğim yolculuktan gülerek dönmeyi nasip etti. Zaten bu yazımda da babama verdiğim bir sözü tutacağım ve Tıp dünyamızın nasıl bir Darülaceze olduğu konusunda acizane gözlemlerimden bahsedeceğim.
Şimdi adını vermek istemediğim bir devlet hastanesine yatırılmıştı babam. Annemi zorla ikna ederek, bir geceyi babamın yanında geçirmek istedim. Odasına ilk girdiğimde –babam dışında hiçbir şey görmek, düşünmek ve bilmek istemediğimden olmalı- farketmediğim bir sürü detay, biraz sonra göz ardı edilmesi imkansiz hayati birer arıza olarak karşıma dikileceklerdi. Odasını kendisi dışında beş kişiyle paylaşıyordu babam. Tuvaleti kaç kişiyle paylaşmak zorunda olduğunu kabaca hesaplamaya çalıştığımı ve hüzünlenerek vazgeçtiğimi hatırlıyorum…
Ne yazık ki devlet hastanelerini temerküz kampına çeviren ilkellikler tuvaletlerle bitmiyordu.
Odasına girmeden önce cep telefonumu kapatıyorum. Ne kadar gereksiz bir hassasiyet olduğunu anlamam fazla zamanımı almıyor. Önce babamın cep telefonu dikkatimi çekiyor. Biraz sonra karşısında yatan hastanın telefonu çalıyor. Bir süre sonra da hemşire serumu değiştirmek için odaya giriyor. Cep telefonu kulağında. Bir eliyle serumun ayarını yaparken, diğer elindeki telefonla bir arkadaşıyla randevulaşıyor…
‘Komunikasyon açlığını gidermenin de bir mekanı ve kuralları vardır, olmalıdır’ diye geçiriyorum içimden öfkeyle. ‘Tıpkı tuvalet ihtiyacınızı gidermek için tuvalet dışında mekanları kullanmanız ne kadar abes ve aykırı ise, hastanede cep telefonu kullanılması da o kadar abes ve aykırı karşılanmalıdır’ diye koyuyorum son noktayı. Iyi ama, ya tuvalet yoksa ne yapılır? Hastaneydi burası ve hasta odalarında telefon yoktu. Gerçi tuvalette yoktu ama neyse…
Hastaların kendi imkanlarına bırakıldığı için en uygunsuz ve yakışıksız usullerle aşılan tek sorun iletişim değildi tabi. Kaşığınızdan, bardağınıza ve hatta zaman zaman tabağınıza varana kadar her türlü eşya tedariği hastalardan bekleniyordu. Her sabah, öğle ve akşam saatlerinde görevli kiyafetinde bir delikanlı eşeğini sulayan bir değirmenci çalımı ile hastalara yemek servisi yapıyor, bir defaya mahsus olmak üzere kafasını odadan içeri uzatıp “refakatçi var mı?” diye sesleniyordu. Eskaza birşeyle meşgulseniz ve hazrete mevcudiyetinizi deklare edemiyecek olursanız aç kalmaya mahkumsunuz. Eğer insafa gelirse diyetli hastalara verilen tatsız tuzsuz pirinç lapasıyla idare edersiniz. Yemek için kaşık, bıçak, çatal, bardak gibi alet ve edavatı yemek gelmeden hazırda bulundurmanız gerekiyor. Diyetli hastlara verilen ara öğünlerde ki tas ve tabaklar da hastaların sorunu.
Bunların hepsi aslında önemli ama telafisi mümkün eksiklikler. Tabağınızı, bardağınızı, tuvalet kağıdınızı hatta yatak çarşafınızı yanınızda taşıyabilirsiniz.. Peki ya, tuvalet kapağınızı? Kapağı olmayan bir tuvalete hastanızı oturtmaya çalışırken duyduğunuz acının ve ızdırabın tarifini yapmakda çok güçlük çekiyorum. Hele hastanız babam gibi; hayatını canavarları ehlileştirmeye, hasta ruhları tedaviye, insanları eğitmeye vakfetmiş, zarif ve ince ruhlu bir muallimse. Mahrem bir pozisyonda onu görmenizi istemiyor, tedirgin oluyor ve üzülüyorsa. Acıyla yutkunuyor, bir köz parçasını ezercesine dişlerinizi sıkıyorsunuz…
Diyanet teşkilatında kırk küsür yıl hizmet etmiş; ülke içinde ve yurt dışında, görev yaptığı her yerde derin izler bırakmış memurlarından birine en zor günlerinde müstahak gördüğü muamele ve şartlar bu muydu Türk devletinin? Ben bu sorunun cevabını, neden ve niçinini sorgularken, yatağından hafifçe doğruluyor babam. Kitapların ona, onun aracılığıyla bize saçtığı ışık hasta yatağında da çevresini aydınlatmaya devam ediyor. Tatlı bir tebessüm kaplıyor yüzünü ve başından geçen bir anısını paylaşıyor:
“Geçen sene yine böyle hastaneye kaldırdılar.” diye başlıyor. Sesi yorgun ama mütebessim.
“ Hastanede tamirat varmış. Bir odaya aldılar ki, pislik içinde. Bir köşeye boyaları, tahtaları yığmışlar. Fareler ortalıkda cirit atıyor. Pencereler kırık dökük.. Doktorlar geldi. Tetkikler, tahliller yapıldı. Doktor, ‘hocam biraz daha burada misafirimizsin’ dedi. Dedim ki, ‘doktor bey evladım, bırakın beni gideyim’. “Neden hocam?” dedi doktor. ‘Ben Hastahanede yatmak istemiyorum’ dedim. ‘ Burası Hastahane. Ben Şifahanede yatmak istiyorum. Çünkü şifa arıyorum..’ dedim.” Acı acı gülümsüyoruz birlikte.
Birkaç gündür babamı özel(!) odaya çıkarmak için azami gayret sarfeden abim giriyor içeri. Babamın çıkarılacağı özel odanın dolduğunu ve ancak yarın -eğer boşalan bir oda olursa- çıkarılabileceğini söylüyor. Babamın çıkarılacağı özel(!) odanın, babamdan daha özel(!) sayılmasını bir milletvekili ile yapmış olduğu izdivaca borçlu olan bir bayan tarafından doldurulduğunu öğrenince üzülüyorum. Babam bir süre daha özel(!) muamele göremiyecek; yani odasının içinde ve üstelik kapağı da olan bir tuvalete kavuşamayacak. Bir süre daha banyo yapamayacak, traş olamayacak diye üzüldüğümü fark ediyorum daha sonra. Bütün bu isteklerimin ne kadar özel(!) şeyler olduğunu düşünüyorum… Pencereden dışarıya, özel insanlardan ziyade cebi dolgun kimliklerin özel olarak ağırlandığı pembe perdeli odaların bulunduğu karşı binaya kayıyor bakışlarım.
“Her insan özeldir” diyorum kendi kendime. Sadece kendimin işitebileceği bir ses tonuyla…
İlk Yorumu Siz Yapın