"Enter"a basıp içeriğe geçin

Kadına Şiddetin Arka Planındaki Yalın Gerçek

Aslında bu yazıda daha önceden söz verdiğim gibi „Hellenizm ve Kapitalizm“
konusunu incelemek istiyordum ama Türkiye’nin sürekli güncellenen hararetli
gündemi izin vermedi. İki gün önce Habertürk gazetesinin manşetine çekilen
sırtından bıçaklanmış kadın fotoğrafı bir süre daha „Maşizm“ konusuna devam
etmemi öğütledi.

Konuya, mezkur fotoğrafta bir kadın bedenine dolandırılarak suratımıza
çarpılan „ölüm“ gerçeği ile başlayalım…

Anadolu topraklarını yurt yapan uygarlıkları en iyi mezarlarından
tanırsınız; Kabir, ahit, türbe, sanduka, lahit, tümülüs, türbe… Ölümün hemen
her kültürdeki dışavurumuna aşinadır Anadolu. Ölüm Anadolu’yu, Anadolu da ölümü
iyi tanır.

Ölüm bir veda değil, yeniden başlangıçtır ve on bin asır önceki Anadolu
insanı ölüsünü sevdiği yiyeceklerle gönderir toprak anasının koynuna. Ölülerin
beraberlerinde getirdikleri yiyecekler tabiatı besler ve Mezopotamya
topraklarından „ölüm“ bolluk ve bereket olarak fışkırır.

Anadolu insanı için ölüm bu yüzden bir son değil, bir sonuçtur.  Bir yenilenmedir, bir sürüngenin belki kabuklarından
sıyrılışıdır ölüm…

Korkulacak, ürkülecek, kaçılması ve kaçınılması gereken değil; kabul
edilmesi ve hazır vaziyette beklenmesi gereken davetsiz misafirdir. Davetsiz
misafirleri seven Anadolu insanı için ölüm de, meçhul bir günde emaneti teslim
almak üzere gelecek olan ilahi bir elçidir.

Kapitalist ve emperyalist kafa her
güzel mefhum gibi, ölümü de metalaştırır.

Dünyanın bu en hikmetli ve ağırbaşlı gerçeğini paraya kalbeder . Bir
taraftan insanlara onu nasıl geciktirebileceklerinin gerçek dışı ve sanal
yollarını anlatırken, diğer taraftan da soğuk bedenini gazetesine manşet
yaparak teşhir ve istismar eder.

Tek istismar edilen realite ölüm değildir hiç şüphesiz.

En çarpıcı ölüm, kadının ölümüdür.

Kadın bedeni kapitalist sermayedar için en verimli yatırımdır; onun canlısı
ayrı, ölüsü ise ayrı gişe yapar.

İlk sayfa güzeli yerini bazen sırtından bıçaklanmış çıplak bir kadınla
değiştirir ve dikkatler bastırılması zor bir dehşetle yeniden perçinlenir. Ölüm
tacirliği karlı iştir, hep kazandırır. Ölüm satan herkesin cebi dolar. Ölümü
kadınla harmanlamak ise adeta pekmezi kaymakla karmaktır. Her tüccar bu malın
tutacağını bilir.

Bizim gazetecilerimiz habercilik ilkelerinden ziyade ticaretin sırlarıyla
derdest oldukları için, işledikleri cinayetlerin ağırlığını hissettirecek
vicdani tartıyı da çoktan tekmelemişlerdir göğüs kafeslerinden. Sözde „kadına
destek“ yalanıyla çakılan sürvahşetle kadını delen bıçak, zihinimize saplanır
kalır sinsice. O bıçağı saplayan kanlı elin, her akşam adına „dizi“ denilen ,
bir dam dolusu delinin tımarhane güncelerini andıran birbirinden sapık
senaryolarda gizli gizli dolandığını; kah bir tecavüz sahnesinde kadının
saçlarını avuçladığını, kah bir çocuğun suratında sakladığını görürüz. Görürüz,
etkileniriz, heyecanlanırız ve gözlerimizi pörtletip çekirdek kasemizi
kucaklayarak daha bir yaklaşırız ekrana. Ortaçağda şehir meydanlarında kafaları
giyotinle kesilen mahkumları izleyen ilkel halkın şehvani açlığıyla izleriz
dizileri ve nedense hiç sesimiz çıkmaz, hiç huzursuzluk duymayız…

Bizi boykota sürükleyecek soylu bir isyan duygusu ise asla uyanmaz içimizde…

Çünkü izlediğimiz şey bilinç altımızdır ve ekran aslında o an sırları dökülmüş
aynamızdır. Tek arzumuz bir süre için gerçeklerden uzaklaşmak, kaçmak ve
beynimizi uyuşturmaktır; gerçeklerle yüzleşip silkinmek, rahatsız olup irkilmek
değil.

Diziler Türk insanının ekstazisidir.

Bıçaklanan, tecavüz edilen kadınlar, çaresiz bir iflas ve felce uğramış bir
ümitsizliğin girdabında kıvranan toplumlar için üretilen bu seyirlik hapların
yan etkileridir.

***

 Acı çeken toplumlarda masallar,
destanlar, hikayeler, romanlar leblebi gibi tüketilir. Bu yüzden Cemil Meriç
„Kırk Ambar“ isimli eserinde, romanı anlatırken,

„Hayal ağacı Asya’da boy atmış ilkin. Doğulu, Binbir gecedeki
sultana benzer. (…) Batı’da insanlar, kaderlerini kendi çabaları ile inşa etmek
isterler, pek iltifat etmezler hayale“
der.

Gerçek şu ki, diziler 100 yıl öncesinin aşk ve polisiye romanlarının gördüğü
işlevi görüyorlar artık. İnsanları uyuşturarak oyalıyor ve gündelik hayattan
uzaklaştırıyorlar. 25 yıl önce Brezilya dizileriyle ağlayan Türkiye, bugün
kendi çevirdiği dizilerle Arap dünyasını heyecanlandırıyor ve ekranlardan oluk
oluk İslam dünyasının aklına şiddet akıyor.

Hoyrat ataerkil düzenin sistematiğine ve ahlak bilincine yakışacak bir
yüzeysellikle çekilen dizilerin yapacağı tahribat, -getirdikleri rant
karşısında- üzerinde düşünülmesi fuzuli birer detay olarak psikologlar,
sosyologlar ve bittabi „RTÜK“ tarafından hep sonraya erteleniyor. Acılarını,
çelişkilerini, zorbalıklarını ve hayallerini ekranlardan izleme imkanı
yakalayan seyirci ise bu berbat sektörü palazladıkça palazlıyor.

Örneğin; bir dizide tecavüzcülere yeni tüyolar veriliyor, bir başka dizide
sevdiği kadını aldatan adam karizmasıyla ön plana çıkarılıyor ve bu filmlerin
hemen hepsinde, kızları olacak yaşta çıtırlara aşık olan yaşı geçkin erkekleri
öven, yücelten, ilkel ve hastalıklı bir dil kullanılıyor. Bilinç altımız her
akşam bu sahnelerle arşivleniyor. 30 yıl sonra bu rezaletlerin torunlarımız
tarafından izlenme ihtimalini ise marmelatlı ekmeğimize musallat olmuş bir eşek
arısını kovar gibi kovuyoruz zihnimizden.

Peki bizim bilinçaltımız neden bu kadar kirlendi?

Yoksa hep böyle kirli miydi?

Masalların doğum yeri olan „Anadolu“ hep böyle kirli resimler mi üretti?

Kadına yönelik kaba veya sözel şiddet, tecavüz ve kadın bedenini aşağılayan
müstehcenlikler bizim gibi anaerkil bir kültürün mirasçılarının beyinlerinin
altını yansıtabilir mi?

Biz neden bu kadar kadın düşmanı olduk?

Maço kültürü denen eril hoddamlık nasıl oldu da anaerkil medeniyetlerin
filizlendiği toprakların en yerli çocuklarına mal edildi?

Kırsal yörelerin çocukları, yani
Anadolulu çocuklar nasıl oldu da maço veya kabadayı gibi sözde erkekliğe matuf
karakteristik özelliklerle donatılmış, özde ise yalnızca kadın düşmanlığı yapan
çirkin figürlere dönüştürüldüler?

Biliyorum, „işte bu da Hellenist bir tahrifattır!“ dediğim zaman hepiniz
„yok artık!“ çekeceksiniz ama bence acele etmeyin ve aşağıda mitolojik
efsanelerden vereceğim alıntıları okuduktan sonra karar verin…

***

Destanlar, masallar, efsaneler, tiyatro eserleri, söylenceler, dillendirildikleri
çağın hayal dünyasını yakalama, takip etme ve yansıtma gayesiyle dil ve biçim
değiştirirler. Roman olurlar, sinema olurlar, dizi olurlar… Hepsinin insanlık
tarihindeki ilk izdüşümlerine baktığımız zaman karşımıza mitoloji çıkar.

Mitoloji, insanlık tarihinde toplumsal bilinci aksettiren ilk hayali
aynadır.

Bu aynada ilksel insanin hayal alemini, yani bilinç altını seyrederiz.
Hellen işgaliyle Anadolu‘daki matriyarkal kültür yerini inkarcı patriyarkal
kültüre devrederken mitolojiye sızan kadın düşmanı öğelere önceki yazılarda
değinmiştik. Bunlardan belkide en acısını „tecavüz“ fiilinin mitolojideki
uygulanış şeklinde ve yorumunda görürüz.

Çok tanrılı dinler tarihindeki Tanrı ve Tanrıçalar arasında adı Anadolu
kökenli olmayan tek Tanrı vardır; Zeus.

Truva’nın işgalinden sonra yaşanan o karanlık dönemde doğduğu için ve isim
olarak da tamamen İndo Avrupalı bir isim olduğu için Zeus’un tek orjinal Hellen
Tanrısı olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Tecavüz de Zeus ile birlikte girer
Anadolu topraklarına…

Kılıktan kılığa girerek, hile ve hurdayla sadece Tanrıçalar‘a ( Hera, Leto,
Selene, Metis, Demeter vs) , değil, ölümlüler arasındaki güzel kadınlara,
kızlara (Kallisto, Europa, Leda, Antiope, Semele, iö vs) ve hatta genç
delikanlılara (Ganymedes) tecavüz etmek suretiyle sık sık erkekliğini(!)
ispatlayan bir Tanrı’dır Zeus.

Zeus’un tecavüzlerini teker teker anlatmak çok yer alacağı için fazla detaya
girmiyorum ancak şunu belirtmekte fayda var; bütün bu tecavüzler mitolojiyle
ilgili tüm referanslarda masum birer flört gibi gösterilir ve Zeus’dan „çapkın
Tanrı“ olarak bahsedilir.

Hellen’in kadına yönelik şiddeti sadece Zeus’un zamparalıklarında ve
ahlaksızlıklarında gözlenmez. Bir Hellen mitosu olan Peleus ve Thetis
hikayesinde de bir kadının nasıl zorla evlenmek zorunda bırakılabileceğini
öğreniriz:

Bir peri kızı olan Thetis
Hellenistanlı Peleus’un ilgisinden rahatsızdır. Uzun süre kaçmayı başarır ancak
birgün Zeus kulağına eğilir ve;

„O, deniz kıyısındaki mağarasında
uyurken, tutarsın, sağlam bağlarsın. O zaman ne kaçabilir, ne de kılık
değiştirebilir!“der.

Peleus denilenleri yapar ve peri kızı istemediği adamla evlenmek zorunda
kalır. Düğünleri de bir tuhaf geçer zaten. Düğüne çağrılmayan Eris,
Tanrıçaların sofrasına üzerinde „en güzele“ yazılı bir elma atar ve Tanrıçaları
birbirine düşürür, falan filan..

Buram buram kadın antipatizanlığı kokan bu saçma sapan Hellen zırvalarına
daha fazla devam edemeyeceğim…

Geçelim…

Orjinal Anadolu mitoslarında Zeus’un kadınlarla ilgili zaaflarına seslenen;
tüm çarpıtmalara rağmen mesajını muhafaza eden, usturuplu cevaplar vardır.
Bunlardan birine Apollon ve Defne hikayesinde, bir diğerine ise Tanrı Pan ile
Syrinks efsanesinde rastlarız.

Apollon sonradan Hellenleştirilmiş, olmadık iftiralarla kirletilmek istenmiş
bir Anadolu Tanrı’sıdır. Bu iftiralara gerek „Midas’ın eşşek kulakları“
efsanesinde veya Marsyas’ın derisinin yüzülmesi ile ilgili korkunç öyküde
rastlamak mümkün. Homer; en güzel iki ilahisini ithaf ettiği; insani ve
bağışlayıcı karakterini öve öve bitiremediği Apollon’a, kendisinden daha iyi
müzik icra eden bir çobanı (Marsyas) öldürüp derisini yüzecek kadar güçlü bir
haseti ve canavarlığı nasıl yakıştırabilir?

Hellenler hemen hemen bütün Anadolu tanrılarına kendi bilinç altlarını ifşa
eden bu tür çirkin yakıştırmalarda bulunmuşlardır. Buna rağmen, hikayelerden
bazıları tüm çarpıtmalara direnmiş ve mesajını çağımıza kadar ulaştırmayı
başarmıştır.

Apollon ve Defne hikayesinde, ağaç perisi Defne’nin peşine düşen ve tecavüze
yeltenen şehvet düşkünü bir Tanrı’dır Apollon. Bütün hünerlerini konuşturur ve
nihayet Defne’yi yakalar. Tam ona sahip olacakken peri kızı toprak anadan
yardım ister ve Defne ilginç bir metamorfoz geçirip ağaç olur.

Benzer bir hikaye de yine bir Anadolu Tanrısı olan kır ve bayır Tanrısı Pan
ile su perisi Syrinks arasında geçer.

Pan güzel periye kafayı takar ve tıpkı Apollon gibi kovalamaya başlar. Tam
yakalayacağı sırada Ladon ırmağından yardım isteyen Syrinks, ırmak tarafından
bir tutam kamışa çevrilir.

Her iki hikaye de toprak ana, yani Anadolu Apollon ve Pan’ın nezdinde
Hellen’in ataerkil, tecavüzcü hegemonyasına başkaldırır ve;

“bir kadına zorla sahip olmak istersen, ya bir kucak kamışa ya da som seksen
kiloluk bir ağaç kütüğüne sahip olursun” der.

Lakin Anadolu’nun çocukları bu sese kulak veremedikleri için asırlardır
kadınlarını dövüyor, öldürüyor, tecavüz ediyor, tecavüzlerine dini gerekçelerle
bahaneler arıyor ve daha ileri gidip bütün bu günahlarını gazetelerinin
manşetlerine taşıyarak vicdanlarını yıkayacaklarını sanıyorlar.

 

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir